Yayla zamanı bitmiş, güz gelmiş, havalar soğumaya başlamıştı. Yapraklar sararmış, Sonbaharın ölüm sessizliği içinde, doğa uzun kış uykusuna hazırlanıyordu.. Yayladaki evini kara kışa teslim etmeden önce, son birkaç düzenleme yapmak için, can dostu ile yola koyulmuştu. Erzaklarını da çok sevdiği kıratına yüklemişti. Çok neşeli, şakacı kişiliği yanında bir o kadar da babayiğit, cesur bir delikanlıydı. Bu kişiliği ona çok dost kazandırmıştı. Ancak hain bunu hazmedebilir miydi? Bir o kadar da düşman peydahlanmıştı… Yol uzundu. Birkaç moladan sonra Paşadüz’ e varmışlardı. Arkadaşı bir bahaneyle 30-40 metre kadar geride kalmıştı. Çünkü hain planı hayata geçirme zamanıydı. Sonbaharın sessizliğini, bir çift mavzer sesi bozdu. Sanki mavzer sesi değildi bu; bir ölüm çığlığıydı… Önce atı vurulmuştu. Bir an sendeledi ne olduğuna bir anlam veremedi. Karnındaki sıcaklığa eli gitti, sanki bedenine bir ateş düşmüştü. Durumu anlamıştı... Mavzer kurşunu insafsızdı, merhametsizdi; yaşamak için küçücük bir ümit bile bırakmamıştı. Kendini bir sipere attı ve silahına davrandı, ama gücü yetmedi… Bir an dostunu aradı gözleri… Ama nafile… Belki de yaşayacaktı. Ancak o an, sanki bütün insanlar ve insanlık ölmüştü onun için… Böyle cesur bir babayiğidi, düşmanları ancak dost diye yanından ayırmadığı birinin ihanetiyle pusuya düşürebilmişlerdi. ………….. Ertesi gün haber bir şekilde köyüne ulaştı. Halk yola koyuldu. Yanına vardıklarında, sürünerek bir kayayı kendine siper ettiğini gördüler. Oracıkta can vermişti. Bir elinde tüfeği, diğer elinde de iyice sıktığı, yarısı kanlı bir kağıt parçası vardı. Ölümle mücadele ederken, bir taraftan da elindeki kağıda, bir kitabe ağırlığındaki şu notu düşmüştü: “Beni ne mavzer kurşunu ne de bu dağların soğuğu öldürdü. Beni dostumun ihaneti öldürdü.” Dedik ya, çok dostu vardı. O sırada gurbette olan, gerçek dostlarından biri, Hamza KALENDER , onun için şu satırları kaleme aldı; “Bir name yazayım, beni dinleyin Toplanın varisler, beni ağlayın Irak dostlarıma selam söyleyin Puştlukla vurdular, ona yanarım Evimden yürüdüm, başım selamet Paşadüz’e geldim, koptu kıyamet Su verenim yoktu, bastı hararet Puştlukla vurdular, ona yanarım. Eylülün evveli, göçme zamanı Azrail geldi mi, vermez amanı Kader böyle imiş, ölüm zamanı Puştlukla vurdular, ona yanarım. Güz gelende, rüzgar yaprağı döktü Bu yolda benim de çiçeğim soldu Benden evvel kıratım şehit oldu Puştlukla vurdular, ona yanarım. Koca Selim, arka çevirdin bana. Bu dünyada ne yapmış idim sana? Öbür alemde, iki elim yakanda Puştlukla vurdular, ona yanarım. Yaz Kalenderoğlu, sen benim için Sen soğuk yüzüme gelmedin, niçin? Mezarıma gel, bir rahmet için Tanganika Çölü, zalim Paşadüz Kalleşçe vurdular, ona yanarım.”